Ortak mı, rakip mi? BREXIT gölgesinde İngiltere-AB ilişkilerinin geleceği

İngiltere ve Avrupa ulusları arasında pek çok alanda keskinleşen çıkar çatışmaları, rotalarının önümüzdeki süreçte birbirinden daha da uzaklaşacağını düşündürmekte. Avrupa ulusları için Anglosfer’den ayrılmak, bağımsızlıklarını koruyabilmek ve varlıklarını devam ettirebilmek için temel bir zorunluluk haline gelmekte.

Ortak mı, rakip mi? BREXIT gölgesinde İngiltere-AB ilişkilerinin geleceği
REKLAM ALANI
Yayınlama: 09.11.2023
A+
A-

İkinci
Dünya Savaşı ile birlikte 1944’te Bretton Woods Sistemi, 1945’te
ise Birleşmiş Milletler ve Fransız Birliği‘nin kurulmasıyla
“Avrupa entegrasyonu” fikri güç kazanmaya başlamış ve
savaş sonrası restorasyon döneminde, kıtayı büyük ölçüde
yıpratan “faşizme karşı bir panzehir” olarak görülmüştü.

İngiltere
Başbakanı Winston Churchill, 1943’te “Avrupa Konseyi” ve
1946’da da Zürih Üniversitesi’nde, “Avrupa Birleşik
Devletleri”
çağrısında bulundu. Sadece bir sene sonra
1947’de Avrupa Parlamenterler Birliği (EPU) kuruldu. 1948 ise
bugünkü Avrupa Birliği’nin temellerinin atıldığı yıl oldu.

Projenin
mimarı olan Birleşik Krallık, 31 Ocak 2020 tarihinde, 1940’ların
başından bu yana üzerinde çalıştığı yüzyılın projesini
resmen terk ederek 80 yıl sonra yeni bir sayfa açtı. O tarihten
sonra Birlik içindeki çatlaklar ve çıkar çatışmaları daha çok
gün yüzüne çıktı.

Peki,
Birleşik Krallık, Avrupa Birliği’ni neden terk etti. Dahası,
Avrupa Birliği, kurbanı olduğu bu türden “amensalist” bir
ilişkiyi sürdürmek için neden ısrar etti? Yoksa, bir tür
Stockholm Sendromu vakası ile karşı karşıya mıyız?

BREXIT’İN İKİ YÜZÜ

Birleşik
Krallık, 2016 yılında yapılan bir halk oylamasıyla Avrupa
Birliği’nden (AB) ayrılma kararı aldı. Bu kararın arkasında pek
çok açık ve örtülü neden bulunmakta. Birleşik Krallık
açısından temel gerekçeler aşağıdaki şekliyle sıralanabilir.

Bu
gerekçeler Avrupa Birliği’ndeki bazı kesimler tarafından da
(İngiltere’ye karşı) paylaşılmasına karşın, birliğin
ilişkiyi sürdürmek yönündeki takdire şayan çabası ayrı bir
araştırma konusudur.

Gelin, o
gerekçelere Birleşik Krallık ve AB perspektifinden ayrı ayrı göz
atalım:


– Egemenlik
ve Kontrol Saplantısı:
Bazı İngiliz seçmenler, AB üyeliğinin
ulusal egemenliği sınırladığını ve İngiltere’nin kendi
kararlarını alabilmesi için AB’den ayrılması gerektiğini
düşündüler.

Ancak
Avrupa Birliği, bizzat Avrupalı ulusların kimlik ve
egemenliklerini yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bırakırken,
onlardan gelen eleştirel seslerin daha cılız olması dikkat
çekici.


– Göç Politikaları:
Göç, Brexit kampanyası sırasında önemli bir
konuydu. Bazıları, AB üyeliğinin, İngiltere’nin kendi göç
politikalarını belirleme yetisini kısıtladığını düşündü.

İklim
değişikliklerine ek olarak İngiltere ve ABD’nin Kuzey Afrika,
Alt Sahra bölgesi
, Ortadoğu ve Orta Asya’da yürüttüğü uzun
soluklu, yüksek yoğunluklu işgal, iç savaş tertipleri
istikrarsızlaştırma operasyonları ve yaptırımlar
gibi ekonomik
baskılar bugün yukarıda saydığımız bölgelerden Avrupa’ya
göçün temel nedenler arasında yer aldı.

İngiltere ve ABD,
kıtasal avantajları sayesinde göç akınlarından hiçbir zaman
Avrupa kıtası kadar etkilenmedi. Fakat İngilizler, BREXIT öncesi
göç olgusunu, ayrılmak için bir gerekçe olarak sunarken,
Avrupa’nın sessizliği hep dikkat çekti. Buna karşın Avrupa’da
aşırı sağın yükselişi bu duruma bir tepki olarak kabul
edilebilir.


– Ekonomik
Konular:
Brexit yanlıları, AB’nin düzenlemelerinin iş dünyasını
olumsuz etkilediğine inandı. Ayrıca, AB üyeliği için ödenen
üyelik ücretlerinin, kendi politika ve projelerine
yönlendirilebileceği düşünüldü.

Peki, bu
noktada, İngiltere’nin Avrupa finansal hizmetler pazarını domine
etmeye yönelik çabalarını nereye koyacağız? Bu konuya aşağıda
detaylıca değineceğiz.


– Siyasi
Bağımsızlık:
Bazıları, AB’nin giderek daha fazla politik bir
yapı haline geldiğini ve İngiltere’nin kendi politikalarını
belirleyemeyeceği bir birlik içinde olmanın dezavantajları
olduğunu düşündü.


– Avrupa
Birliği’nin Geleceği:
Brexit öncesinde AB, mali kriz ve mülteci
krizi gibi zorluklarla karşılaştı. Bu, bazı İngilizlerin AB’nin
geleceğine dair belirsizlikler ve Birliğin gelecekteki yönelimleri
konusunda endişeli olmalarına neden oldu.

Gerçek şu
ki; Brexit tartışmaları İngiltere’deki toplumsal bölünmeyi
derinleştirdi. Siyasi partiler, bölgeler ve hatta aileler arasında
görüş ayrılıkları oldu. Bu ayrışma Brexit süreci sonrası
bugün dahi varlığını sürdürmektedir.


İNGİLTERE,
AVRUPA’DAN NASIL GÖRÜNÜYOR?

Doğrusu,
sadece Birleşik Krallık seçmeni değil, Avrupa siyasi
çevrelerinden de Birleşik Krallık’a yönelik, temelinde “güvensizlik ve endişe” olan şiddetli eleştiriler vardı ve bu
eleştirilerin başında şunlar gelmekteydi:



Anlaşmaların Uygulanmaması:
AB üye ülkeleri sık sık, Kuzey
İrlanda Protokolü başta olmak üzere Birleşik Krallık’ın
anlaşmaları uygulama konusundaki isteksizliğine yönelik derin
endişelerini dile getirdi.

Birleşik
Krallık’ın AB ile önceden istişarede bulunmadan Kuzey
İrlanda’daki gümrük kontrolleri için ek süreleri tek taraflı
olarak uzatma kararı, Birleşik Krallık’ın üzerinde anlaşmaya
varılan şartlarla uyumlu olmayan bağımsız adımlar atmasının
bir örneği olarak görüldü. Birleşik Krallık’ın, üzerinde
mutabık kalınan şartlara uyma konusundaki isteksizliği, söz
konusu güvensizlik ve endişeyi derinleştirdi.


– Düzeyli
Oyun Alanı:
AB, haksız rekabetin önlenmesi için devlet
yardımları, çalışma standartları ve çevre düzenlemeleri gibi
alanlarda eşit bir oyun alanının korunmasının önemini
vurguladı. İngiltere ise çıkarlarını önceleyerek oyun alanını
kendi kurallarına göre şekillendirmeye çalıştı.


– Finansal
Hizmetlere Erişim:
Birleşik Krallık’ın güçlü finansal
hizmetler sektörünün AB pazarına ne düzeyde erişmesi gerektiği
konusunda tartışmalar yaşandı. İngiltere’nin bu alanda da pazarı
domine etmeye dönük çabaları Birlik içinde yoğun bir
güvensizlik yarattı.

Bazı AB
üyeleri Birleşik Krallık’ı, Londra’nın geleneksel olarak küresel
bir merkez olduğu finansal hizmetler pazarında, avantaj elde etmek
için konumunu kullanmakla
suçladı. Haksız da sayılmazlardı.


ÇATLAK
DERİNLEŞİYOR…

Bugün de
Avrupa Birliği’nde bazı kesimler tarafından sık sık Birleşik
Krallık’ın Avrupa ile olan ilişkisini kendi çıkarları veya
gündemi doğrultusunda kullanmaya çalıştığına dair eleştiriler
ve endişeler dile getirilmekte. Bu düşünce özellikle Brexit
sonrası ve gelecekteki Birleşik Krallık-AB ilişkisine yönelik
müzakereler sırasında daha da belirgin hale geldi.

Birleşik
Krallık’ın özellikle savunma ve güvenlik gibi alanlardaki dış
politika kararları AB tarafından halihazırda bir miktar tereddütle
izleniyor ve bu alanlardaki eylemlerinin Avrupa jeopolitik
manzarasını etkileyebileceği düşünülüyor.

Oysa
Birleşik Krallık, esasen en başından bu birlikteliğin neresinde
duracağından emin değilmiş gibi görünüyor. Avrupa Birliği
projesinin mimarlarından birinin Winston Churchill olduğunu tekrar
hatırlayalım. 1946’da Victor Hugo‘nun fikirlerinden geniş ölçüde
esinlenen Zürih konuşmasında Avrupa Birleşik Devletleri‘nin
kurulmasını önermişti. Fakat bu projeye hararetle inanmasına
rağmen, “Birleşik Krallık’ın bu projenin bir parçası olmaması
gerektiğinin”
altını çizmişti. Bu durum, incelikle tasarlanmış
ve sonunda faydanın çoğunun oyun kurucu tarafından elde
edileceği karmaşık bir oyuna işaret ediyor.

Churchill,
ülkesinin uluslararası sahnede tek başına durabilecek güce ve
etkiye sahip son Avrupalı ülke olduğunu düşünüyordu ve
Avrupa’nın geri kalanından farklı olarak, bir taraftan istikrar
sağlayıcı bir faktör rolü oynarken, diğer taraftan da kendi
kurallarını ustalıkla dayatıyordu.

Birleşik
Krallık’ın AB’ye hissettirdiği bu rahatsızlık, bugün hala AB
üye ülkelerinin Birleşik Krallık kurumlarına olan güvensizliğini
beslemektedir.


“ŞİZOFRENİK
BİR İLİŞKİ”

Birleşik
Krallık, tarihi boyunca Avrupa Birliği ile neredeyse şizofrenik
bir ilişki içerisinde olmuş gibi görünüyor. Bu durum,
muhtemelen Avrupa Birliği’nin diğer üyelerinde de
karşılaşabileceğiniz bir özellik, ancak bu kadar yüksek
derecede değil.

Krallık
bir taraftan, ulusal egemenliğin önemini vurgular ve “süper
Avrupa Devleti”
kavramına karşı olduğunu her fırsatta dile
getirir, diğer taraftan da Avrupa değerlerini yüceltir ve Kıta’nın
güvenliği için Birliğin var olması gerektiğini dile getirir. Bu
durum, Birleşik Krallık’ın stratejik ve jeopolitik bağlamda
Avrupa Birliği’nin varlığını desteklediğini, fakat “tam
teşekküllü devlet”
özelliklerine sahip bir Avrupa Birliği’nin
doğmasını önlemek istediğini, yani mümkün mertebe Birliğin
“prematüre kalmasını sağlama” eğiliminde olduğunu
düşündürüyor. 

Diğer
tarafta Birleşik Krallık’ın AB’nin somut politikalarına ve bazı
konularda yarattığı faydaya, hatta bazen gerekliliğine ilişkin
çok daha pragmatik bir tutuma tanık oluyoruz. Örneğin tek pazar
fikri her ne kadar ulusal egemenlik fikrine ters düşen bir
nitelikte olsa da Birleşik Krallık tarafından her daim hararetle
desteklenmiştir.

Birleşik
Krallık, Fransa ile birlikte, 1998’deki Saint-Malo Zirvesi sırasında
Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası‘na ilk katılan ülkelerden
biri olmuştur; enerji ve iklim değişikliği konularında daha
fazla Avrupa düzenlemesi çağrısında bulunmuş ve ardından tersi
bir tutum takınmıştır.


“GARİP
BİR ORTAK”

University
College London’dan Dr Roch Dunin-Wasowicz‘e göre, İngiltere’nin
Avrupalı ortaklarıyla olan bu tuhaf ilişkisi, Stephen George‘un
1990 yılında İngiltere-AB ilişkileri üzerine yazdığı kitapta
popüler hale gelen bir terim olan ‘garip ortak’ olarak
tanımlanmasına neden olmuştu. Ancak Dr Dunin-Wasowicz’e göre,
İngiltere’yi ‘beceriksiz ortak’ olarak adlandırmak daha doğru
olur, zira AB’nin geri kalanıyla ilişkileri nadiren olumlu şekilde
değerlendirilmiş ve Londra’nın Brüksel ve diğer AB
başkentleriyle ilişkileri genellikle vetolar, kavgalar,
restleşmeler, şantaj iddiaları ve inatçılık ile karakterize
edilmiştir.

George, ‘garip’ etiketinin oluşmasına ve sürdürülmesine yardımcı olan bazı temel faktörler tespit etmişti. Bunlardan en önemlisi, temel sloganı ‘kazanan her şeyi alır’ olan Westminster sisteminde eğitim görmüş İngiliz elitlerinin, Avrupa’nın başka yerlerindeki müzakere ve anlaşmaya varma yöntemlerini kabullenmedeki beceriksizliğidir.

Bir diğer
faktör de Birleşik Krallık’ın ana uluslararası ortağı olan ABD
ile özel ilişkisidir ki bu aynı zamanda ideolojik bir tercihtir.
George’a göre Britanya, ilk yıllarda entegrasyona yönelik
“küçümseyici ve zaman zaman neredeyse aşağılayıcı”
bir yaklaşım içindeydi. Bu yaklaşımını Birlik’ten ayrılana
dek korudu; Fransızlara yönelik olumsuz tutumunu ve Almanlara
yönelik korku ve güvensizliğini
sürekli olarak tekrarladı.
Böylelikle Avrupa entegrasyonuna yönelik gönülsüz bir bağlılık
geliştirmenin yanı sıra AB’yi işlemsel bir örgüt olarak görme
eğilimi güçlendi. Bunun sonucunda da “İngiltere ayrılırsa
AB için daha iyi olacaktır”
görüşü güçlendi.

Bugün
Avrupa’nın büyük bir yükten ve çoğu zaman “iyi niyetli
olmayan”
garip bir ortaktan kurtulduğu söylenebilir.

YENİ
BİR DÜNYA KURULUR…

Bu
araştırmayı kaleme aldığım sıralarda İngilizlerin, Avrupa ile
kurdukları ilişkide faydanın çoğunu elde eden ortak olmalarına
karşın şikayetçi taraf olduklarını; Avrupa’daki hakim
sınıfların ise bu duruma pek aldırış etmeyip adeta pek sorun
yokmuş gibi davrandıklarını fark ettim.

Fakat bugün, İngiltere ve Avrupa ulusları arasında pek çok alanda keskinleşen çıkar çatışmaları, rotalarının önümüzdeki süreçte birbirinden daha da uzaklaşacağını düşündürmekte. Avrupa ulusları için Anglosfer’den ayrılmak, bağımsızlıklarını koruyabilmek ve varlıklarını devam ettirebilmek için temel bir zorunluluk haline gelmekte.

Tek kutuplu
dünya düzeninin gürültüyle tarihe karıştığı bir süreçte,
Kıta Avrupası’nda, İngiltere ve ABD ile sürdürülen amensalist
ilişkinin pek çok açıdan Avrupa’ya zarar verdiğini, ulusların
kimliğini yok ettiğini, kıtayı göçmen deposu haline getirdiğini
ve siyasal sistemlerin büyük bir tehlike altında olduğunu
fark
eden yeni hareketler ortaya çıkmaktadır.

Pek
tabii, yeni bir dünya kurulmaktadır
ve
egemen
Avrupa
ulusları da bu yeni dünyada yerlerini alacaktır.

REKLAM ALANI
Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.